top of page

Beyaz Melek (2007) film afişi. Kaynak: Boyut Film.

Görsel yalnızca tanıtım ve eleştiri amacıyla kullanılmıştır.

Beyaz Melek

Mahsun Kırmızıgül’ün yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu Beyaz Melek, yalnızca sinemasal bir deneme değil; aynı zamanda toplumsal bir aynaya dönüşüyor. Film, hastalığı nedeniyle huzurevine yerleştirilen yaşlı bir adam ve onun ardından gelen iki oğlunun hikâyesi etrafında şekilleniyor. Ancak bu basit gibi görünen konu, izleyiciyi yaşlılık, evlatlık, vicdan ve toplumun hafızası üzerine derin sorgulamalara itiyor.

 

Film, doğuya uzanan bir yolculukla başlıyor. Amerika’dan Türkiye’ye dönen iki genç adam, babalarının terminal hastalığını öğrenince onu özel bir kliniğe yerleştirmek yerine huzurevine götürüyor. Bu noktada hikâye, aile bağlarının ne kadar zayıflayabildiğini gösterirken aynı zamanda yaşlı bireylerin göz ardı edilen duygusal ihtiyaçlarına da dikkat çekiyor. Huzurevi ise filmde hem fiziksel bir mekân hem de metaforik bir boşluk olarak karşımıza çıkıyor; yaşlıların içine sıkıştırıldığı, hayatın dışına itilmiş bir alan.

 

Buradaki yaşlı karakterlerin her biri, bir ömürlük hikâyenin taşıyıcısı. Kimisi çocuk hasretiyle, kimisi sevdiğini yıllar önce kaybetmenin hüznüyle yaşıyor. Ancak ortak duyguları aynı: unutulmuşluk. “Buraya bırakıldık ve bizi kimse hatırlamıyor,” diyen bakışlar, sessiz bir çığlığa dönüşüyor film boyunca. Özellikle yaşlı bir kadının “Evlatlar koca koca evlerine bizi sığdıramadı” cümlesi, filmin yaşlılığa dair belki de en çarpıcı eleştirisi. Çünkü yaşlanmak, yalnızca fiziksel bir dönüşüm değil; görünmezleşmek, önemini yitirmiş hissetmek, yerini kaybetmek anlamına da gelebiliyor.

 

Kırmızıgül'ün anlatımı zaman zaman duygusal yoğunluğa yaslansa da film samimi diliyle izleyiciyi etkiliyor. Yaşlılık burada edilgen değil; direnen, seven, özleyen ve hâlâ yaşamdan bir şeyler bekleyen insanların hâliyle anlatılıyor. Filmdeki huzurevi sakinleri, hayattan silinmiş değil; aksine hayatı hatırlatan karakterler olarak karşımıza çıkıyor.

 

Filmin ikinci yarısında yaşlı adamın doğduğu topraklara, yani memleketine dönmesiyle birlikte hem bireysel hem de kültürel bir dönüş başlıyor. Doğu’nun sıcaklığı, geleneklerin bağlayıcılığı, misafirperverlik ve saygı gibi değerler, yaşlılara yaklaşım açısından da bir kontrast yaratıyor. Film, kentli yabancılaşma ile kırsalın insani bağları arasında bir karşılaştırma kuruyor ve bu karşılaştırmadan yaşlılık onuru adına büyük dersler çıkarıyor. Ancak şunu da söylemek gerek: Film zaman zaman fazlasıyla dramatikleşiyor, karakterler yer yer fazla idealize ediliyor. Ama belki de bu, toplumun görmeyi reddettiği bir gerçekliğe dikkat çekebilmek için bilinçli bir tercih. Çünkü ne yazık ki çoğumuz, yaşlılığı hayatın sonunda durgun ve sessiz bir durak olarak görmeye alışığız. Oysa Beyaz Melek diyor ki: Yaşlılık, hâlâ akan bir nehir; yavaş ama derin, sessiz ama güçlü.

 

Bu film, yalnızca bir baba-oğul hikâyesi değil. Unutulanların, ötelenenlerin, sessizce bekleyenlerin filmi. Ve belki de en çok, kendimize sormamız gereken şu sorunun filmi: “Bir gün yaşlanınca, nasıl hatırlanmak istiyoruz?”

bottom of page