
Androklos’un Efes Efsanesi
Zamanın henüz takvimlere sığmadığı, tanrıların göğü parmaklarıyla çizdiği çağlarda, Atina’nın kutsal topraklarında Kodros adında bir kral yaşardı. Kodros’un kudreti yalnızca askerleriyle sınırlı değildi; halk onu tanrıların sesi olarak görür, söylediklerinde ilahi bir anlam arardı. Bilgelik ve adalet onun tahtının temeliydi. Ama onun gerçek mirası, kendi kanından gelen bir kıvılcımdı: Oğlu Androklos.
Genç Androklos, babasının mirasını sürdürmekten fazlasını hayal ediyordu. Kalbinde taşıdığı arzu, yeni bir yurt kurmak, tanrıların iradesini toprağa kazımaktı. Güçlüydü, cesurdu, ve geceleri yıldızlara bakarken yüreğinde duyduğu ses ona yol göstermeye çalışıyordu. En sonunda, bu sesi susturmak yerine takip etmeye karar verdi. Atina’yı geride bırakıp tanrıların rehberliğini aramak üzere yola koyuldu. Ve yolu onu, Apollon’un kehanetlerinin yankılandığı Delphi’ye götürdü. Delphi Tapınağı’nda, zamanın sisleri arasında yol bulmuş Pythia’nın huzuruna çıktı. Tapınağın taş duvarları arasında, tanrıların soluğunu taşıyan kahine seslendi: “Yeni şehrimi nerede kurmalıyım?” Kahin, gözlerini göğe kaldırdı. Dudaklarından çıkan ses bir rüzgâr gibi yayıldı: “Yeni yurdun sana bir balık ve bir yaban domuzu tarafından gösterilecek.” Bu söz, hem açık hem gizemliydi. Androklos, nehrin ters akan suyuna benzetti bu kehaneti: yol gösterici ama sınayıcı.
Prens ordusunu topladı, gemilerini hazırladı, kehanetin peşine düştü. Ege kıyılarını dolaştı, antik limanlarda konakladı. Ama ne bir balık fırladı yoluna, ne bir yaban domuzu geçti gölgesinden. Aylarca aradı, sabrı kadar inancı da sınandı. Ta ki, güneşin kızıllığa döndüğü bir akşamüstü, bugünün Selçuk civarına ulaşana dek. O gün, kamp kurmuşlardı. Deniz kıyısında, günün avı olan balıkları pişirmekle meşguldüler. Ateşin üstünde duran tencerede bir balık aniden sıçradı. Kızgın yağ yere düştü ve kuru otları tutuşturdu. Alevler bir anda dans etmeye başladı. Tam o sırada, otların arasından koca bir yaban domuzu fırladı! Gözleri karanlıkta parlıyordu, bedeni kıvılcımların içinden geçerek kaçtı. Androklos’un kalbi tanrısal bir çarpıntıyla sarsıldı. Kehanet ete kemiğe bürünmüştü. Ne Delphi’deki sözler ne de aylar süren bekleyiş artık sırdı. Her şey apaçık bir işarete dönüşmüştü. “İşte burası,” dedi, “tanrılar burada konuştu.” Prens ve beraberindekiler, yaban domuzunun izini sürdüler. Dağlarla denizin birleştiği bereketli ovaya vardılar. Doğanın kalbinde bir noktaydı burası. Rüzgârın sesi kadim melodiler taşırken, güneş toprakla kutsal bir anlaşma yapıyordu sanki.
Oraya çadırlarını kurdular. Günler geçtikçe çadırlar yerini taş yapılara bıraktı, taşlar duvara dönüştü, duvarlar bir şehri saracak kadar büyüdü. Doğa geri çekildi, insanlar konuştu; ve her tuğlada tanrıların sessiz iradesi işitildi. Böyle doğdu Efes: yalnızca taşlarla değil, kehanetle yoğrulmuş bir şehir.
Androklos’un adı, kurucu olarak duvarlara işlendi. Sikkeler basıldı, üzerinde onun siluetiyle birlikte balık ve domuz figürleri kazındı. Halk bu sembollere bakarken yalnızca geçmişi değil, kaderin kendisini görüyordu. Şehir büyüdü, Artemis Tapınağı yükseldi, filozoflar söz söyledi. Ama Efesliler hep hatırladı: Bu şehir tanrılarla yapılan bir anlaşmanın sonucuydu. Ve her balık pişerken bir kıvılcım sıçradığında, her ormanda beklenmedik bir domuz belirdiğinde... Efes halkı başını göğe kaldırırdı. Çünkü tanrılar bir kez konuşmuşsa, yankısı sonsuza dek sürecekti.